Pages

Subscribe:

Ads 468x60px

21 Eylül 2015 Pazartesi

Biraz nostalji yapmaya nedersiniz.. Sizleri, çoğumuzun oynadığı mahalle maçlarına götüreceğiz bu akşam. Teknolojinin hepimizi sosyal medya hayatına alıp götürdüğü, arkadaşlık ve mahalle kültüründen tamamen uzaklaştırdığı bu dönemde, birazcık da olsa yaptığımız bu haber, umarız sizlerde bir tebessüm uyandırır ve hepimizin yüzünde biraz olsun gülümseme bırakır.
Kimimiz Karşıyaka Lisesi bahçesinde buldu kendini toprak ve beton sahalarında kozalaklarla.. kimimiz Şemikler Lisesi bahçesinde koşturdu pilastik topun peşinden.. ya mahalle ara sokaklarında, taş taş üstüne koyulup oluşturulan kale direkleri, mahalle amcalarımızın maç sahamıza parkettiği arabaların yüzünden yarım kalan maçlar.. hele hele çok iyi şut çeken arkadaşlarımızın camları kırıp komple herkesin kaçması.. ya maçın en güzel anında patlayan toplar..
Kısacası sizlere mahalle maçlarında oluşturduğumuz kuralları ve aklımıza gelenleri paylaşmak istedik.. Biraz araştırdık, biraz bizler ekledik.. Umarım sizlerin de ekleyeceği anılar olacaktır.
Okuyarak hayale dalmaya buyurun..
1. İyi oynayan iki kişinin aynı takımda yer almamasına dikkat edilirdi.
2. Maçlar minyatür kalede oynanıyorsa, penaltı boş kaleye ters şekilde topukla vurulurdu.
3. Maçların hayali kale direkleri arası adım ile sayılır, olmaları gereken yerler iki taş ile işaretlenirdi.
4. Bazı arkadaşların ayakları büyük olunca, aynı kişi kale önünde adım sayarken, mızıkçılık yaptı diye üstüne yürünürdü.
5. Hava kararınca, ezan okununca, anne-baba çağırınca maç biterdi. Hatta kimimiz geç kaldığından anne dayağıyla karşı karşıya kalırdı.
6. Üç korner bir penaltıydı.
7. Toplar plastikti.. Hatta sonradan kaliteli olan kamesler çıktı. Topu patlatan parasını öder, patlak top ikiye kesilip kafaya takılırdı.
8. Bu plastik topların %80'i yamuktu..
9. Kaleci topu 3 kere sektirirse rakibe `Açılsana 3 kere sektirdim` derdi, rakip açılırdı; efendilik vardı.
10. Top insanın pek münasip olmayan bir tarafına gelirse herkes `işe işe!` diye bağırırdı.
11. Abanma ve burun vurmak yoktu, vurulursa eleştirilip kınanırdı.
12. Televizyonda Tusubasa çizgi filmi izlenip sonra sokakta herkes Kartal vuruşu yapardı.
13. Topun sahibi tüm kuralları koyar, takımı kurar, kaleyi seçer, istemediği kişileri topuyla oynatmazdı.
13. Klişe laflar vardı: `At bakayim abinin kıllı göğsüne!
14. Maçı izleyen küçük bir grup varsa, penaltı olup olmadığına o karar verirdi, saygı vardı.
15. Frikiklerde baraj mesafesi, frikiği kullanacak olan kişinin koca bir zıplayışının akabinde 3 koca adım atmasıyla belirlenirdi... Büyük atılan adıma karşılık olarak rakip takım "sen tuvalete de mi böyle gidiyon?" diyerek ortalığı kızıştırırdı.
16. Her mahallenin bir takımı vardı. Transfer borsası gibiydi. Takımın en iyi adamını diğer mahalle transfer edebilir söylentileri dolaşır dururdu.
17. Top, oyun alanı içerisindeki herhangi bir arabanın altına kaçarsa büyük bir şevkle arabanın altına yatılıp top alınırdı.
18. Gol olduktan sonra eğer tartışmalar olursa ve golü yiyen takımın bir oyucusu golü kabullenirse rakip takım direk o kişiyi yüceltip "adamın gol diyo" diyerek golü alırlardı. Golü kabullenen kişi de kaleye veya defansa alınırdı.
19. Varsa hakeme yapılan en dolu dizgin hakaret: "hakeme gözlük, eline de sözlük" tü.
20. Sabit bir kaleci yoksa 2 golde bir veya dakika usulü oyuncular aralarında değişirdi.
21. Dizde veya ayak ucunda top sektirerek de sıra belirlendiği olurdu (genellikle 9 aylık veya 21 aylık gibi oyunlarda).
22. Atan alır spor vardı. Eğer top kime çarpıp çıkmışsa topun gittiği yer neresi olursa olsun koşa koşa gidip alırdı.
23. Mahallenin abileri kaleci alıştırırlardı.
24. Skor ne olursa olsun akşam saati yaklaştığında "golü atan kazanır." kuralı işlerdi.
25. Maçlardan sonra tulumbalarda ya da bahçe çeşmelerinde su sırasına girmek ayrı bir davaydı ve mutlaka koşa koşa gidilirdi. Genellikle yaşlı amca veya teyzeler, zemin katta oturanlar bu işin acımasız kurbanlarıydı.
26. Para o zamanlar kolay bulunmadığından maçın hangi takım tarafından başlatılacağına; bir tarafına tükürülmüş yassı bir taşın havaya atılıp, yaş mı,kuru mu seçiminde doğru tarafı bilen tarafın başlaması yöntemi ile karar verilirdi.
27. Kaleler taştan olduğu için atılan şut önce defansa çarpıp sonra taşın üstünden geçtiyse şutu atan takım gooll diye yaygara çıkarırdı.Rakip takımın gol değil kale üstü cevabına,gol yoksa korner o zaman ver topu diyerek racon kesilirdi.
28. Caner Menderes/ Kalecinin boyu kısaysa üstten giden top aut olurdu.
29. Hasan Akgül/ 10 da devre 20 biter.
30. Ümit Şölen/ 9 aylik larda sevmediğin biri geldiği zaman son gelen oynamaz denilir ve buna kimse itiraz etmezdi.
31. Rahman Karakaya/ Abanmak yok.
32. Çağdaş Yıldırım/ Üst üste koyularak yapılan taştan kaleler kaleciler tarafından sürekli küçültülürdü.
33. Çağdaş Yıldırım/ Kaleden kaleye gol sayılmazdı tabi kaleci topa dokunmazsa diye bi kural vardı.
34. Bagatur Kunarkajapon kale yapardi benim mahalle elemanlari.adi niye japondu bilmiyorum ama zevkli olurdu.
35. Bagatur Kunarka/ birde imbat gazozu+taç kraker yada kolasina maç yapardik bayramlarin 2. yada 3. gunlerinde ailesiyle gezmeye gitmemis mahalleli cocuklar arasinda
36. Ömer Gerçek Kızman/ Atletlerin arkasına suluboya ile forma numarası yazılırdı.
37. Osman Elmas/ Gode cengiz de minyatür sahası 1 saat kiralamak için arkadaşlar ile depozitolu şişe, gazete, dergi, kâğıt toplar. Onları paraya çevirip sahayı kiralardık. Güzel günlerdi.
Sizlerinde eklemek istedikleri varsa arkadaşlar yoruma ekleyebilirsiniz. Uygun görünenler haberimize yorumu yapanın ismiyle beraber numara olarak eklenecektir.

5 Temmuz 2015 Pazar

KARŞIYAKA VE KARŞIYAKA SPOR KULÜBÜ'NÜN HER YERİNDEN TARİH AKAR..


"İzmir'in işgalinde Yunan Kralı Konstantin, generallerine Yunan ordularını yönetip denetleyeceği, kendisinin de konaklayabileceği güvenli bir yer bulunmasını emreder... Yunan generalleri kralın istediği şartlara en uygun binanın İplikçizade İsmail Bey'in Karşıyaka yalısındaki köşk olduğunu tespit ederler... Yunan Yüksek Komiseri Aristidis Stergiadis, köşkün sahibi İsmail Bey'in büyük oğlu Süreyya İplikçiyi makamına çağırır... Masraflarını karşılamak kaydıyla köşkün kendilerine kiralanmasını ister... Kardeşi Sadi Bey ile birlikte bu köşkte yaşayan Süreyya İplikçi, köşkü vermemek için uzun süre direnir, direnir ama köşkün zorla el konulmasına engel olamaz. İdam edilmek üzere Yunanistan'a sürgüne gönderilir...
Hatta bazı kaynaklarda bilgi şöyle geçer;
"O tarihlerde KSK'li futbolcular, Rum takımlarına karşı her defasında zaferlere imza atıyor, sahadan galip ayrılıyordu. Takımların aldığı yenilgiler de, İşgal Kuvvetleri Komutanı Steryadis'i olduğu kadar Kral Konstantin'i de rahatsız etmiş, bu nedenle İplikçizade Köşkü'nü tercih etmişti. Köşk, Sadi İplikçi'nin elinden alınırken buna tepki gösteren Süreyya İplikçi de önce tutuklandı ardından Yunanistan'a sürgüne gönderildi."
30 Mayıs 1921'de Konstantin ve eşi İplikçizade İsmail Bey'in köşküne gelir... Köşkün girişindeki mermerin üzerine serilen Türk bayrağını çiğneyerek eve girer... Bu olay, İplikçizade ailesi ve Karşıyakalılar için çok büyük bir üzüntü ve nefret kaynağı oluşturur...
İzmir'in kurtuluşundan sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kurtuluşun ilk üç gününü aynı köşkte geçirir...
İplikçizade ailesinin damadı olan KSK Spor Kulübü'nün kurucularından ve Karşıyaka'nın ilk belediye başkanı Ali Fikri Altay'ın ağabeyi, 5. Süvari Kolordusu Kumandanı Fahrettin Altay, 9 Eylül 1922'de İzmir'e girer. Ulu Önder Atatürk için, kurtuluş gecesini geçireceği güvenlik açısından da uygun bir yer aranır ve Kral Konstantin'in kaldığı İplikçizade Köşkü'nde karar kılınır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk köşke girerken, yere Yunan Bayrağı sererler... İntikam için Gazi Paşa'dan bayrağı çiğneyerek içeri girmesini isterler... Atatürk, "Bayrak bir ülkenin namusudur, şerefidir. Konstantin bir hata yapmıştır, ben o hatayı yapmam" der. Yunan bayrağını kaldırtarak köşke girer...
Yaşamının dört yıl, altı ay, on altı gününü cephelerde geçiren Süreyya Bey, İzmir'in kurtuluşundan sonra Gazi Paşa'nın çabasıyla idam edilmeden geri döner...
Daha sonra iş hayatına atılan Süreyya İplikçi'nin yolu İstanbul'a düşer, yıllarca İETT'de çeşitli görevlerde bulunur ve İstanbul'da rahmetli olur..." 
İşte öyle bir şehir ve kulüp düşünün ki, neresinden tutsanız, neresine baksanız, tarih kokar.. tarih akar..

14 Haziran 2015 Pazar

Sezonun başlangıcında ligin iki favorisi, yeniden bir yatırım hamlesiyle kadrosunu güçlendiren ve takımın başına Ivkoviç'i getiren Anadolu Efes ile, bir önceki sezon Euroleague'de yaşanan hayalkırıklığını, özellikle pota altına yaptığı takviyelerle gidererek, Final Four hedefiyle sezona başlayan Fenerbahçe Ülker'di. Bu takımların yanına, sezon ortası yaşayacağı idari ve mali krizin sinyallerini hissetmeyen ve bir önceki sezon Euroleague'de, Efes ve Fenerbahçe'nin yapamadığını gerçekleştirerek son sekize kalan Galatasaray'ın, Doğuş grubunun yatırımıyla dengeli bir kadro oluşturan Darüşşafaka'nın iddiaları da yazılıyordu. Son birkaç sezondur istikrarlı bir biçimde yükselen Banvit ve Pınar Karşıyaka da, ilk iki favori ve diğer iki başaltı adayını, çok da uzak olmayan bir mesafeden takip ediyorlardı. Elbette kağıt üstünde.
Bu takımlar arasında sezonluk bütçesi en düşük olan takım 3 milyon Euro'nun biraz altında bir rakamla Karşıyaka. Anadolu Efes'in 25 milyon, Fenerbahçe Ülker'in ise 28-29 milyon Euro dolayında bir bütçeyle mücadele ettiği belirtiliyor. Bu rakamlar, final serisinin 3. maçının bu akşamüstü İzmir'de, Karşıyaka ile Efes arasında oynanacağı düşünülürse, biraz anlamını yitiriyor. Ufuk Sarıca'nın her anlamdaki liderliğiyle, ilmek ilmek işlenen takımın öyküsünü, ntvspor.net'te İsmail Şenol ayrıntısıyla yazdı. Bu yazıyı önererek, pek alışkanlığım olmamakla ve yetkinliğimden şüphe duymakla birlikte, daha zevkli olduğunu yadsıyamayacağım teknik analize yöneliyorum.
Öncelikle, Top 16 döneminde bütün rakiplerine bariz üstünlük kuran, pota altını karartan ve çok rahat biçimde skor üreten, hemen tüm deplasman maçlarnı kazanan, bir deplasman maçında 10'dan fazla üçlük isabeti bulabilen Fenerbahçe'nin TBL play-off maçlarında aldığı yenilgilerin üzerinde durmak lazım. Rakibinin son maçı neredeyse yedek oyuncu olmadan oynadığı Galatasaray serisinde bile, sezonun genelinde sergiledikleri oyuna hükmeden karakterinden uzaktı ve Karşıyaka karşısında zorlanmaları bekleniyordu. Fenerbahçe'nin, Avrupa'nın en geniş kadrolarından birisine, Euroleague MVP'sine ve en başarılı koçlardan birisine sahip olmasına rağmen finali görememesi üzerine birçok yorum yapıldı. Bunların bir kısmı, önümüzdeki sezonun hem oyuncular, hem de bütçe açısından belirsizliğini ön plana çıkarıyor. Ülker grubunun sponsorluğunun kapsamını sınırlama kararı aldığı ve sonuç olarak, bütçenin azalacağı söylenenler arasında. Bjelica'nın NBA'e gitmesi, takımın en önemli skoreri Goudelock'ın ayrılması vb. ihtimallerin, oyuncuların konsantrasyonunu bozduğu yorumları yapılıyor. Bu yorumların haklılık payı tartışılabilir ama özellikle Bjelica'nın, Final Four'da başlayan düşüşünün sürdüğü ortada.
Sezona iki favoriden birisi olarak başlayan ve sezon içerisinde mutlak favori olduğu ortaya çıkan bir takımın, daha dar bir rotasyonla mücadele eden - ki bu rotasyonda Cemal Nalga gibi unutulmak üzere olan oyuncular da var - Karşıyaka karşısında, oynanan dört maçın üçünde oyunu belirleyen değil, rakibini yakalamaya çalışan bir pozisyonda olmasını yukarıdaki gerekçelerle açıklamak zor gözüküyor. Ben Fenerbahçe'nin sorunun, Final Four sonrası yaşanan ritm bozulmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Birçok sporda olduğu gibi, basketbolda da uzun bir sezonun belirleyici son anlarına gelindiğinde, gereken kondisyon ve konsantrasyonu korumak hayati önem taşıyor. Bazı büyük takımlar, sezona iyi başlamasalar da, belirleyici anlar yaklaştığında ivme kazanmalarıyla ünlüler. Bu argüman açısından elverişli örnekleri, San Antonio Spurs'un yavaş başladığı, play-off'larda açıldığı ve finalde favori Miami Heat'i sahadan sildiği sezonda, ya da Olympiakos'un herhangi bir sezonunda görebiliriz.
Biraz da kazanandan bahsedelim. Nispeten kıt kaynakalara sahip olan bir takım belirli hedeflere, genellikle yaratıcı olmaya uğraşmaktansa, temel doğruları yerine getirerek ulaşmaya çalışır. Karşıyaka örneği bunun tam tersini gösteriyor. Oyun yapısı, yüksek tempolu, rakip savunma yerleşmeden bulunan sayılara dayalı "transition" basketbolunu oynamak ve bu oyunun getireceği heyecanla, potansiyel olan tribün desteğini kinetiğe dönüştürmek ve sürekli kılmak üzerine kurulmuş durumda. Fenerbahçe'nin Euroleague Final Four hedefinin aksine, sezon hedefini TBL'de final oynamak olarak belirlediler ve Eurocup'tan elendikten sonra, dağılmanın aksine vites arttırdılar. Bir diğer önemli nokta, dar kadroyla oynamanın dezavantajlarını savuşturarak, avantajlarından yüksek verim almaları. Biraz daha açmak gerekirse, Ufuk Sarıca, sakatlık, maç içerisinde faul problemi gibi sorunlardan, sık yapılan oyuncu değişikikleriyle kaçınmayı başarıyor. Kadronun çok geniş olmayışı, oyuncuların alacağı sürelerin daha özenli biçimde belirlenmesi ve bu sürelerin daha istikrarlı olması ihtiyacını dayatıyor. Bu durum bazı takımlar için bir dezavantaj olabilir ancak, Beşiktaş'ın Ergin Ataman yönetiminde 3 kupa aldığı sezonda olduğu üzere, avantaja da dönüşebiliyor. Takımda herkes rolünü benimsiyor ve bir hata yaptığında, kenara alınıp bankta unutulmayacağını biliyor. Örnek vermek gerekirse, Fenerbahçe'nin çok oyun kuruculu yapısı, uzun sezonda önemli bir avantaj olmakla birlikte, oyuncular arasındaki görev dağılımında bazı belirsizlikler de yarattı. Karşıyaka'da ise ribaundu alanın topu sürerek hücumu hemen başlatacağı ve set oyununa dönmek durumunda kalındığında da, Bobby Dixon ya da Strawberry'nin oyunu kuracağı herkesin malumu.
Birkaç ay önce saha içerisindeki yabancı sınırlamasının kaldırılmasının yarattığı çekişmeli basketbol sezonunun, milli takıma olumlu yansımayabileceğini yazmıştım. Bu konudaki çekinceler bir tarafa, çekişmeli sezona yakışan bir final serisi izliyoruz. Karşıyaka 3. maça, Abdi İpekçi'de son saniyelerde dramatik bir biçimde kopardığı maçın moraliyle çıkacak. Şampiyonluk ünvanı, 15 yıldan sonra İstanbul dışına ve 28 yıl sonra tekrar İzmir'e geçebilir. Analiz yapmaya çalışırken seyir zevkinden mahrum kalmaya gerek yok elbette.

14/06/2015 Pazar

13 Haziran 2015 Cumartesi

BASKETBOL KARŞIYAKA'DIR

İzmir özeldir . Ve saymakla bitmeyecek özelliklerinin yanında İzmir, tam anlamıyla bir spor şehridir. Hayatını sadece futbola adamış değil; sporu yaşam tarzı yapmış şehirdir İzmir.
Bu yüzden, basketbolcuların; yüzücülerin; voleybolcuların, futbolcuların ve daha birçok sporcunun adeta bir kaynaktan fışkırır gibi yetiştiği; aklınıza gelecek tüm spor dalının her an yaşandığı; hayallerin gerçeğe döndüğü şehirdir. Haftasonu çocuklarını farklı branşlarda sporların sahalarındaki maçlara götüren ebeveynlerin yüzlerinde o sıcacık gülümsemenin eksik olmadığı yerdir İzmir. Ve İzmir'i bir spor ülkesi olarak tanımlarsak eğer, Karşıyaka bu ülkenin basketbol başkentidir.
Çocukların okuldan çıkıp ilk olarak Recis'e, EGE Park'a ya da başka popüler bir mekana; dönemin moda tabiri ile 'Piyasa Yapmaya' değil, en yakındaki potalara basketbol oynamaya gittiği yerdir Karşıyaka. Bir Gemliğe doğru Deniz'i; bir de Konak ya da Alsancak'tan Yeşil-Kırmızı'ya doğru ilerleyen vapurda; ellerinde basketbol topu üzerlerinde okul üniformaları; arkadaşları ile geçen gençleri gördüğünüzde şaşırmayın.
Çünkü Karşıyaka'da basketbol oynama gidiliyordur her zaman olduğu gibi. Belki Gazi Lisesi'ne, belki Girne Caddesi civarındaki açık sahalara; belki de filesi henüz takılmış bir potaya... Ama en çok da Mavişehir'e... (Sahi filesi yeni takılmış bir potaya attığınız şutun girmesi gibi bir his daha var mı bu dünyada) Cuma günleri, Bayrak Töreni'nin hemen ardından Karşıyaka'ya giden okul servisleri genellikle öğrencilerin isteği ile önceden kararlaştırılan potalara yakın bir yerde durur.
Birkaç arkadaş orada sırtlarında okul çantaları olduğu halde; gülerek ve eğlenerek inerler servisten. Çünkü basketbol zamanı gelmiştir. Ellerinde bir top olmasına gerek yoktur; zaten maç yapılmakta olan potaların altında fazladan bir top mutlaka vardır, ve paylaşır İzmir'in gençleri. 'Biz de bu topla diğer potada oynayabilir miyiz?' sorusuna asla 'Hayır' cevabı duyamazsınız o sahalarda.
 Eğer sönmüş bir top varsa elde; en yakın bisikletçi ya da lastikçi hemen bulunur ve 'Abi topumuzu şişir misin?' sorusu ile maça uygun hale getirilir, o güzel anıların başköşesinde yer  alacak basketbol topu. Tabii eğer gidilen sahada henüz başlamış bir maç yoksa, yeni gelen grubun atılgan gençlerinden biri hemen 'Maç yapalım mı?' sorusunu yapıştırır. Yerler alınır ve kadrolar kurulur.
 Sonrasında gençlik filmlerini aratmayacak keyifte bir maça ev sahipliği yapar, turuncuya çalan potalar. Çoğu grubun 4 ya da 5 kişiden oluşan kemik bir kadrosu vardır. Hava ne kadar sıcak ya da soğuk olursa olsun maçlar sallapati oynanmaz. Herkes her şeyini verir. Ve eğer kimsenin kimse ile daha önce birlikte oynamadığı bir 4'e 4 tek pota maç yapılacaksa; 'Böyle başlayalım, güçlü olursak kadroları değiştiririz' cümlesini mutlaka duyarsınız bir takım liderinden.
'Beyler çok güçlü oldunuz takımları değiştirelim' cümlesini ise çok nadir duyarsınız. Her yerde olduğu gibi 'Tek' atarak başlanır maça. Şansa giren NBA'vari sayılar 'Balık', olarak nitelense de sayıyı bulanın yüzündeki gülümseme bir ömre bedeldir. Ve o sayılar asla unutulmaz; aradan yıllar geçse bile... Basketbola aşık gençler, profesyonel bir maç olduğunda; eğer maç İzmir sınırlarındaysa birlikte salona gider maçı orada izler. Eğer maç televizyondaysa maçı izleyecek uygun bir ev ya da kafe bulunur. Sonrası hayat boyu sürecek dostluklar, hiçbir zaman akıllardan çıkmayacak keyifli anılar... Okullar da farklı değildir. Basketbol maçları daima dolu tribünlere oynanır.
İlla bir okul maçı olmasına gerek yok. Bir sınıf maçı bile bir profesyonel karşılaşma kadar heyecan verir ve güzel bir kalabalık toplar çevresinde.  Kaybeden takım rövanşa kadar hatalarını konuşur, düzeltmek için çalışır; kazanan takım ünvanı korumak ister ve rehavete girmez. İnternet ve Playstation Kafeler'de ya da bilgisayarlarının başında FIFA'dan fazla NBA  oynanan şehirdir İzmir. Allen Iverson'ın örgü saçı, kullandığı kolluğu, Lebron James'in saç bandı çok geçmeden bir genç tarafından sahaya yansıtılır. Çünkü basketbolun her aletmet-i farikasına aşıktır İzmir'in pırıl pırıl çocukları...
 Çoğu genç yetişkin olduğunda, o basketbol sahasında çekilen fotoğraflar en özel anılar olarak çerçevesine konur ve evlerdeki, ofislerdeki yerini alır. Evet Karşıyaka bir basketbol merkezidir ama bu bir tüme varım örneğidir ve tüm İzmir böyledir aslında. Sadece futbol topunun peşinden koşulmaz. Basketbolun çok sevildiği Ege'nin incisinde her spor yapılır. Herkes semtinin takımını tutar, spor dolu bir hayat yaşanır Ege kıyısında...
 Bu yüzden Karşıyaka'nın bugün geldiği nokta asla tesadüf ya da denk gelme meselesi değildir. Çocukluktan başlayan ve şehrin her noktasına sirayet eden basketbol kültürünün yansımasıdır. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, Karşıyaka'nın damalarında akan ve tüm şehre dağılan basketbol sevgisi artarak sürmeye devam edecektir. Çok güzel çok özelsin İzmir; Yaşa var ol Karşıyaka!...

Erbatur Ergenekon

8 Haziran 2015 Pazartesi

Hayalperest Sarıca

Yıl 1999. Milenyuma girmeye iki ay kalmış. Topun bazı yerlerde daha yumuşak sektiği, pota arkası tribünleri olmayan, kapalı gişe oynandığında nefes alması zorlaşan, giriş-çıkış için sadece iki kapısı olan, bahçesindeki potaların smaç basmaktan yamulduğu Alsancak Spor Salonu tarihi günlerinden birini yaşıyor. Beşte beş yaparken David Rivers’ın Tofaş’ını, Hidayet Türkoğlu ve İbrahim Kutluay’ın Efes’ini, Orhun Ene ve Ben Handlogten’in Galatasaray’ını yenen Pınar Karşıyaka; altıncı hafta maçında Ülkerspor’u konuk ediyor. Takıma bu kusursuz başlangıcı yaptıran koç Ergin Ataman, sezon sonunda Final Four başarısı yaşayacağı Efes’le anlaşmış ve İzmir’deki son maçında sahada. Bilet bulmak namümkün. Rakip Ülkerspor, Harun Erdenay, Dejan Koturoviç ve Jerome Allen’lı kadrosuyla şampiyonluğun en güçlü adaylarından. 15 sayı farkla kazanan Karşıyaka, altıda altı yapıyor. Karşıyaka basketbolunun 80’li yıllardan sonraki ilk zirvesi yaşanıyor. Ufuk Sarıca, o gün kaybeden takımın yıldız oyuncularından biri olarak, zirveye en yakından tanıklık ediyor.
O gün Karşıyaka gerçekleri kulübün yüzüne yüzüne vuruyor. Futbol takımına hoyratça yapılan harcamaların ardından basketbolculara düzenli para ödemekte zorlanan, bu yüzden oyuncularıyla sürekli mahkemelik olan, kulübün günlük işleyişini sürdürebilmek için sıcak para sıkıntısı yaşayan Pınar Karşıyaka, gelen cazip teklife dayanamıyor ve yıldızlaşan antrenörü Ergin Ataman’ı sadece altı hafta elinde tutabiliyor. Yetmezmiş gibi, o yıl, altyapıdan çıkan 19 yaşındaki yıldız adayı Kaya Peker’i de iki futbolcunun yıllık parasına gönderiyor.
15 yıl benzer senaryolarla geçiyor. Henry Domercant, Mehmet Yağmur, Gary Neal, Sean Marshall, Quinton Hosley, Leon Williams, Ryan Toolson, Jovo Stanojeviç, Furkan Aldemir ve Jawad Williams’tan bonservis ücreti elde ederek sürekli ek gelir yaratıyor Karşıyaka. Üstelik bir senelik sözleşmelerle kendilerini parlatıp, serbest kaldıktan sonra bol sıfırlı yeni kontratlara imza atan Türk oyunculardan katkı alarak. Sil baştan, sil baştan, sil baştan… Her sezon aynı senaryo. Dönem dönem iyi maçlar kazanan ama şampiyonlukların kıyısından bile geçmeyen bir Karşıyaka.
Derken, 99’da kulübün zirvesini karşı pencereden gören Ufuk Sarıca, 2012’de geliyor Karşıyaka’ya. Ki yabancı da değil, 2002’de bir süre takımın dipte olduğu bir dönemde, 38 yaşındaki Dallas Comegys, 35’lik Nihat Mala ve 33’lük Cenk Duraklar ile birlikte Karşıyaka formasını da giymiş. Bu kez formasını çıkarmış, takım elbiselerini çekmiş, kendine has bileklikleri, saati, özenle jölelenmiş saçları ve kol düğmeleriyle şeklen 10 puan alıyor camiadan. Ancak antrenörlük geçmişinde yara almış. 2011’de başladığı Efes’te kötü sonuçlar nedeniyle sezonu tamamlayamadan yerini Ilias Zouros’a bırakmış, Karşıyaka’yı yeni bir şans olarak görüyor. Sanki başarısızlıkta tek parametre varmış gibi “Ufuk hoca için çok erken” yorumları her yerde. Genel kanı, Sarıca’nın “O seviyenin” hocası olmadığı yönünde. Hedefi yeniden “o seviyeye” çıkmak, ait olduğu yeri herkese kanıtlamak.
Ufuk Sarıca’nın önünde iki seçenek var: Ya yeniden zirveye oynayan takımlardan teklif bekleyecek, ya da Karşıyaka’yı zirveye oynayan bir takım yapacak. Kulübün yakın geçmişi, ikinci seçeneğin pek mümkün olmadığını gösteriyor. Fakat Ufuk Sarıca bir hayal kuruyor, herkese meydan okuyor. O günlerde “Kendinden en az beş kat büyük bütçelere karşı mücadele ederken sıradan yolları tercih edemezsin. Yüksek tempolu, kendi taraftarını coştururken tarafsızları arkasına alacak, iyi bir hücum takımı kuracağım” diyor.
Önce bir guard buluyor kendisine, boyu 1.80 bile değil. Eurocup ve Euroleague tecrübesi var ama maç başına 6-7 üçlük deniyor. Şut tercihlerinin yarattığı baş ağrıları migrenden beter. Eh, o paraya gelecek oyuncunun illa ki bir kusuru olacak. İnanıyor Sarıca, imzalıyor Bobby Dixon’la.
Taraftarı arkasına almak için bir şutör daha istiyor koç. Kendisinin oynadığı dönemlerdeki kadar iyi bir şutör bulmak hedefi. NCAA tarihinin en iyilerinden, Yunanistan’da fena olmayan bir sezon geçirmemiş Jon Diebler’ı buluyor. Pota altına atlet, yüksek tempoya uyacak bir pivot, Alade Aminu geliyor. Takımın bütçesi 4 numarada şutu olan bir oyuncuyu almaya yetmiyor, atletik yetenekleri ve orta mesafe şutuyla mücadeleci Will Thomas kadroya dahil ediliyor. Bugünkü koşan Karşıyaka’nın temelleri 2012’de atılıyor.
İlk sezonda unutulmaz bir Eurochallenge performansı sonrası final four geliyor. Finalde kupaya en yaklaşılan anda, 17 sayı farkla öndeyken parkeye atılan bir su şişesi maçın ritmini bozuyor, bir sayıyla kaybediyor Karşıyaka. Ligde de dokuz yıl sonra yarı finale kalıyor. İlk adım atılıyor büyümek için.
İkinci sezonda geliyor esas adımı Pınar Karşıyaka’nın. Başta Ufuk Sarıca olmak üzere Dixon ve Diebler’ın tekliflere rağmen takımda kalması, alışılmadık şeylerin habercisi oluyor. Başka yerde büyük olmaya değil, kaldığı yeri büyük yapmaya karar veriyorlar. Seviye atlayan Karşıyaka Eurocup’a yükseliyor. Normal şartlarda maddi imkansızlıklardan dolayı kulübün kapısından içeri girmeyecek, Efes’in hiç kullanmadığı Esteban Batista kiralık olarak geliyor Karşıyaka’ya. O, dengeleri değiştiriyor. Ufuk Sarıca’nın “tek maçta herkesi yenen” sürpriz takımı, bir anda “tek maçlık turnuvaları kazanabilecek” sürpriz takıma dönüşüyor. 4 numaradan şut atacak oyuncu açığını Barış Hersek ve Leo Lyons ile doldurmak isteyen Karşıyaka, Lyons’ı takım birlikteliğine engel olması nedeniyle sezon ortasında gönderiyor. Kulüp değerleri, paranın önüne geçiyor ve Jawad Williams takımın yeni dört numarası oluyor. Ve o Pınar Karşıyaka, Ankara’da Türkiye Kupası’nı kazanıyor. Ufuk Sarıca, kulüp tarihindeki dört finalin ikisini oynayan koç olarak, üçüncü kupayı müzeye götürüyor. Üstelik TBL’de bir yarı final daha geliyor, ancak nefesi yetmiyor Karşıyaka’nın.
2014 yazı, gelişimin meyvelerinin alındığı bir dönem oluyor. Barış Hersek ve Ufuk Sarıca A Milli Takım kadrosuna girerken, Esteban Batista da 700 bin Euro’luk sözleşmeyle Panathinaikos’la Euroleague’de oynamaya gidiyor. Bobby Dixon artık Sarıca’nın göz hareketleriyle anlaştığı bir lider haline gelirken, Jon Diebler da hocanın elinde “saf şutör” kimliğinden uzaklaşıp komple bir hücum silahı olma yolunda önemli adımlar atıyor. Bunlar ucuza gelmiyor tabii. Bobby Dixon 400 bin dolarlık sözleşmesiyle kulüp tarihinin en pahalı yabancısı olurken, Diebler da önemli bir zam alarak takımda kalıyor. Bu imzalarla Dixon ve Diebler 1987’de Karşıyaka’yı şampiyon yapan Melvin Lee Davis’ten (nam-ı diğer Baba Davis) sonra en uzun süre takımda kalan yabancı oyuncular oluyor. Bütçe de haliyle 2,6 milyon Euro seviyesine yükseliyor. Bu yükselişe rağmen bütçe ligi yapıldığında Karşıyaka TBL’de 10. sırada kalıyor. Rekabet, hiç olmadığı kadar yukarıya çıkıyor TBL’de. Kimliğine sarılan Karşıyaka, yine Yunanistan’dan sadece bir yıllık profesyonel tecrübesi olan Kenny Gabriel ile anlaşırken, para kazanamadığı için Hırvatistan’dan Fransa’ya giden eski NBA oyuncusu DJ Strawberry’yi ucuza kapatıyor. Takımın pivot için ayırdığı 300 bin dolarla “yeni Batista” bulamayacağını bilen Sarıca bir kumar oynuyor ve dört numaradan bozma pivot Juan Palacios’u kadroya katarak tamamen hareketlilik üzerine yeni bir yapı inşa ediyor. İlk beşinde en uzunu 2.03 boyunda olan, sürekli koşacak, eşleşmesi çok zor bir erken hücum takımı kuruyor Ufuk Sarıca.
Nitekim ilk olarak Cumhurbaşkanlığı Kupası’yla başlıyor Karşıyaka sezona. TBL şampiyonu Fenerbahçe Ülker’i yenerek kulüp tarihinin dördüncü, Ufuk Sarıca döneminin ikinci kupasını kazanıyorlar.
Bugünden bakınca, sadece bitirdiği geçiş hücumlarından maç başına 13.7 sayı bulan Karşıyaka, ligin en hızlı oynayan takımı haline geliyor. Sarıca’nın takımı buna karşın sırtı dönük oyunlardan maç başına yalnızca üç sayı bularak bu alanda belki de tarihin en kötü takımı. Evet, belki hücum çeşitliliği idealden uzak. Evet, yapamadığı belirgin şeyler var Karşıyaka’nın. Ancak koşmaya başladığında yapabildikleri, onları özel kılıyor. Mike D’Antoni’nin Phoenix Suns’ı nasıl “yedi saniye içinde hücum etme” prensibini oturttuysa, Ufuk Sarıca’nın takımı da erken hücum etmenin tüm gerekliliklerini yerine getiriyor. Sahanın farklı alanlarında başlayan baskılı kombine savunmalar, yarı saha savunmasında risk alıp topu sürekli köşeye yönlendirmeler, pota altındaki fizik dezavantajını kapatmak için gömülü savunmalarla o tempo için epey iyi de bir savunma takımı oluyor Karşıyaka. Soner Şentürk kenardan gelerek tempoyu yukarıda tutup savunma direnci koyan bir görev adamı haline geliyor. Takımın tek fizikli oyuncusu Cemal Nalga, ikili oyunlardan sonra pas özelliğini geliştiriyor ve Eurocup’ta ortalama 13 dakika oynamasına rağmen neredeyse 2 asist ortalaması tutturuyor. Tüm rollerin oturduğu, birlikteliğin sağlandığı, sahada yarattığı değere herkesi ortak eden yapısıyla Karşıyaka, Eurocup’ta çeyrek finale kadar yükselerek kulüp tarihini yeniden yazıyor. Ufuk Sarıca’nın Karşıyaka’sı, sezona Euroleague’de başlayan takımlardan Neptunas ve Galatasaray’ı iki, Efes’i bir, Fenerbahçe’yi dört kere yeniyor. Üstelik Euroleague’de tarihi bir başarıya imza atıp Final Four’a kalan Fenerbahçe Ülker’i eleyerek, 1987’den sonra ilk kez TBL final serisine yükseliyor. Bu tesadüf falan değil. TBL’de üç sezondur üst üste yarı final oynayan tek takım Pınar Karşıyaka. Yönetiminden hocasına, oyuncusundan taraftarına basamak basamak çıkarak, her gün üstüne koyarak geldi bu noktaya.
99’da altı maçlık galibiyet serisi olan zirve göstergesi, 2015’te lig şampiyonluğu. O zirveye karşıdan tanıklık eden Ufuk Sarıca, artık yeni zirveler inşa eden bir lider oldu. Kupa kazanmak uğruna terk edilenlerin semti Karşıyaka, artık kalma cesaretini gösteren hayalperestlerin kupa kaldırdığı bir yer. Ve baş hayalperest Ufuk Sarıca, hala “bizim bir hayalimiz var” diyor.
İsmail Şenol · NTVSpor.net

1 Nisan 2015 Çarşamba

Atatürk iyi bir din eğitimi almış inançlı bir insandır. Ailesinden ve okuldan aldığı din eğitimine ilaveten kendisini dini konularda camiide hutbe okuyacak kadar iyi yetiştirmiştir. Türk Halkı'nın dinini aslına uygun iyi öğrenmesini istemiştir. Bunun için Kur’an’ı, Hz.Muhammed’in hayatı ve temel din kitaplarını Türkçe olarak yayınlatmıştır. Din Eğitimini önemli görmüş, okullarda yapılmasını istemiştir.

Atatürk dinin değil; cehalet, bid’atlar, hurafeler ve din istismarcılarının karşısındaydı. Bu da bazı çevrelerce din düşmanlığı şeklinde algılanmış ve gösterilmiştir. O, Kur’an’ın özüne uygun Hz. Peygamber zamanındaki gerçek İslamiyet’in yanındaydı. Dini ve gerçek din bilginlerini övmüştür.

26 Mart 2015 Perşembe

Hepimizin sempati duyduğu bir renk vardır elbet. Hatta kimimiz o rengin yanına içini ısıtacak 1-2 renk de sıkıştırı verir hani. Etrafını ve düzenini o renkler belirler, kişiliğimizin yansımasıdır sanki, kırmızısı, mavisi, yeşili, turuncusu.. kimisi siyaha bakar. Pek sever onu, kara kara bakar durur belki. Gücü vardır onun için siyahın.. koyu yeşilin, kan kırmızının, sarının. İste bizimkisi de bir renk sevdası hani. Kırmızının anlamı bizde büyüktür mesela. Yeşilin de maneviyat... duygusu ağır basar. Hele bir de yan yana geldi mi ikisi, değmeyin keyfimize. Türklüktür bizde Kırmızı, kökendir, Anadolu'dur. Has toprak kokar bizim kırmızı. Öyle değildir cırtlak kırmızı. Has mı has koyu harbi kan kırmızı. Savaş yıllarından gelir bizim kırmızı..
Kan kokar ılgıt ılgıt..

Ya Yeşil, Yeşilin tonu kimimize göre Yamanlar dağından gelir. Kimimize göre din yönümüz ağır basar. Fazla polemiğe gerek yoktur Kafsinkaf gençlerinde. Sevmezler Yeşil üzerine yapılan muhabbetleri. Yamanlar dağının yeşilini yansıtan laik, demokratik Atatürkçü bir gençliktir bizimkisi, bunun yanında da İslam'ın Yeşilidir içlerinde hissettikleri. Kimine göre ne önemi vardır ki bu sözlerin, yüreklerde olan Din değildir mesele.. İnsan olmak Vatanına hayırlı bir evlatlıktır bizimkisi.
Harbi delikanlı, yürekten seven delikanlıların 1912'den beri bağlı olduğu kan kırmızı- koyu yeşil sevdadır bizimkisi..

19 Mart 2015 Perşembe

YAŞAYAN EFSANE LEMİ YERLİ RÖPORTAJI

Belki uzun bir blog yazısı ama soluksuz okuyacaksınız.
Yazısın içinde geçen resim tanımlamalarını ekteki resimlerde bulabilirsiniz.
Kaç Takımın Yaşayan bir Efsanesi vardır bilinmez ama Karşıyaka Spor Kulübü'nün Lemi Yerli'si Var.. Lemi Abimize Nice ömürler dileriz. Karşıyaka Ruhunu Yaşadığın ve Yaşattığın İçin Sana Sonsuz Minnettarız..


Lemi Yerli - RÖPORTAJI

1950’lerin başından itibaren bazı futbolcularımız Avrupa kulüplerinde oynamaya başladı. İtalya ve Fransa’da top koşturan Lefter, çeşitli İtalyan kulüplerinde oynayan Şükrü Gülesin, Bülent Eken, Bülent Esel herkesin bildiği isimlerdir. Avrupa yolunu ilk açanlardan biriyse İzmirli bir oyuncu, 1930’larda Fransa’da profesyonel futbol oynayan Vahap Özaltay’dır. Yirmi yıl sonra onun açtığı yoldan giden bir başka İzmirli futbolcu vardır ki yukarıda saydığımız isimler kadar bilinmez. Bu futbolcumuz Karşıyakalı Lemi Yerli’dir.

Lemi Yerli ile Karşıyaka, Paris yıllarını ve futbol hayatını konuştuk.


-Doğma büyüme Karşıyakalısınız herhalde?

- Evet, 1926’da Karşıyaka’da doğdum. Çocukluğumun Karşıyaka’sı küçük bir kasaba gibiydi ama çok güzeldi. Deniz pırıl pırıldı. Karşıyaka’nın bir özelliği o yıllarda ecnebi ailelerin çokluğuydu. Bu aileler İzmir ekonomisinde önemli yer tutuyordu.

 - Futbola nasıl başladınız?


Lemi Yerli ortaokul yıllarında
- Küçüklükten beri futbola ilgim vardı. Sünnet olduğumuzda kardeşlerime saat getirmişlerdi, bana top hediye ettiler. Babaannem beni altı yaşımdayken Alsancak Stadına maça götürmüştü. O zaman localar vardı, aileler loca tutardı. Vahap Özaltay’ı o maçta seyretmiştim mesela. Bugünkü otobüs duraklarının karşısında Cumhuriyet İlkokulu vardı. Okulumuzun karşısında Mahfel isimli top sahası vardı. Futbolcu ağabeylerimiz burada antrenman yapardı, biz de okuldan çıkıp onları seyretmeye giderdik. Futbol tutkusu böylece başladı. Herhalde bende küçük yaştan beri bir kabiliyet varmış. Okulda maç yaparken iki kişi adımlaşıp takımlara adam seçerdi, kazanan önce beni alırdı. Ben orta mektebe geçtiğim sırada şimdiki Karşıyaka sahası yapılmıştı, böylece Karşıyaka kulübü Mahfel’i bıraktı. Bu sahanın üstüne maalesef yol yapıldı, evlerle kapandı.

 - Karşıyaka takımına nasıl girdiniz?

- Her yaz Karşıyaka’da Asım Ligleri denen bir turnuva düzenlenirdi. Asım isminde bir futbolcu varmış, sakatlanıp futbolu bırakmak zorunda kalmış. Turnuvaya onun ismini vermişler. Her sene lig bittikten sonra yazın Çarşıiçi, Bostanlı, Alaybey, Soğukkuyu, Dedebaşı gibi semt takımları arasında maçlar yapılırdı. Bu turnuva çok güzel bir futbolcu kaynağıydı. Ben de bu sayede Karşıyaka’da 43 senesinde lisanslı oldum.


Orta mektepte öğrencilerin futbol oynaması yasaktı, on sekiz yaşını doldurmayan oynayamazdı. Ancak lisede izin vardı. Orta mektebi bitirir bitirmez bizim idareciler hemen liseye kaydını yaptır dediler. O zaman Karşıyaka’da henüz lise yoktu. İzmir’de Atatürk, İnönü ve Ticaret liseleri vardı. Liseler arasında iyi futbolcuları kapma konusunda yoğun bir rekabet söz konusuydu. Bu çekişme içinde önce Ticaret Lisesine, ardından İnönü Lisesine kayıt yaptırdım. Karşıyaka’da doğrudan A takıma girdim. Milli Küme maçları başlamak üzereydi. Karşıyaka’nın girmesi kesinleşmişti. Bu arada benim Ticaret Lisesinde sahte lisansım olduğuna dair itiraz edilmiş, Ankara’dan müfettişler geldi. Neyse, lisansımın sahte olmadığı anlaşıldı ve Karşıyaka ile Milli Küme maçlarında oynadım.


Bir ara güreş çalıştırdılar beni kuvvetlenmem için. O zamanlar Karşıyaka kulübünün çok iyi bir güreş takımı vardı, Türkiye birincisi olmuştu. Takımda dünya şampiyonu Muharrem Candaş da vardı. Asım liglerinden beni seçtikleri zaman çok zayıf olduğumu söylediler. İdareci Dr. Faik Bey vardı. Karşıyaka güreş takımını çalıştıran meşhur Nuri Boytorun’a, “Bunu Asım liginden seçtik ama zayıf, ne yapacağız?” dedi. Boytorun, “Sen bunu altı aylığına bana ver, altı ay sonra tanıyamazsın,” dedi.  Haftada iki gün futbol antrenmanı, iki gün güreş antrenmanı yapıyordum. Bir süre sonra güreşte İzmir birincisi olduk.


- Futbolda takımın durumu nasıldı?

- Bizim zamanımızda İzmir’de hemen hemen takımlar denkti. İzmir Liginde sekiz takım vardı. Karşıyaka İzmir liginde 1951-52 sezonunda şampiyon oldu. Çok şampiyonluk da kaçırdık. Hatta bir tanesinde Altınordu ile oynuyorduk. Son dakikada top kaleye girmek üzereydi. Bizim solaçık Göbek Hidayet vardı, bir de sağaçık Kör Hikmet – Galatasaray’da da oynadı. Hava yağışlıydı, sen atacaksın, ben atacağım derken golü kaçırdılar, şampiyonluk gitti.


- İzmir Ligi dışında hangi maçlarda oynadınız?

- Karşıyaka zaman zaman sekiz takımın yer aldığı Milli Kümeye katılıyordu. İstanbul’dan dört, İzmir’den iki, Ankara’dan iki takım yer alırdı. Fakat İstanbul takımları çok kuvvetliydi. Bu arada 1947’de Yunanlıların daveti üzerine Atina’ya gittik. Harpten sonra iki ülke arasında münasebetler başlamıştı. Yunan takımları da İzmir’e gelirdi. Gemiyle Pire limanına gitmiştik. Dört maç oynadık Atina’da. Olimpiakos, Panionios, Panathinaikos ve AEK takımlarıyla maç yaptık.


Lemi Bey bu seyahat sırasında çekilen fotoğraflarla birlikte bir gazete kupürü gösteriyor. Seyahate katılan İzmirli gazeteci Cezmi Zallak, o zamanın hoş üslubuyla şöyle yazmış: “Top Adnan’a geldi. O da uzun bir vuruşla topu santer çizgisinde nokta gibi dikilen Lemi’ye gönderdi. Hafif bir vücut çalımıyla yanındaki uzun boylu beki atlatan Lemi topla birlikte soluğu kalede aldı. Yunanlı bek çok çalıştıysa da Lemi’ye yetişemedi. Heyecandan yüreğimiz ağzımıza geldi. Kalede Yunan milli takımı kalecisi ve Yunanlıların lastik adam dedikleri İzmirlilerin tanıdığı genç Niko Pecaropulos var. Fakat yüreğini serin tutan Lemi kalecinin sol tarafından sıkı bir sağ şütle ilk golü attı. Stad alkıştan kırılıyor. Top santre gelmeden biz henüz inanamıyoruz. Nihayet santer yapıldı ve biz rahatladık.”

- Fransa’ya gidişiniz nasıl oldu?

- 1951 yılında Bursa’da bir beynelmilel ipekçilik haftası yaptılar. Bursa ipekçileri Avrupa’ya çok ipek kumaş ihraç etmişler. Bunu kutlamak için bir turnuva düzenlemişler. İstanbul’dan Fenerbahçe’yi, Ankara’dan Gençlerbirliği’ni, İzmir’den Karşıyaka’yı davet etmişler. Bursa’dan da Acar İdman Yurdu katılmıştı. Kurban bayramında dörtlü bir turnuva düzenlendi. Ben o sırada Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulunun son sınıfında okuyordum.  Bayramdan iki gün sonra bir dersten imtihanım vardı, mezun olacaktım artık. Bu yüzden annem gitmemi istemiyordu. “Kitaplarımı da götürüyorum,” diyerek annemi ikna ettim. Takım önden otobüsle gitmişti. Ben bir idarecinin otomobiliyle Bursa’ya gittim.


O sırada benden önce Fransa’da futbol oynayan Vahap Özaltay’ın bir Fransız arkadaşı gelmiş İzmir’e. Adam futbol hastası olduğu için, “Maç yok mu?” demiş. O sırada ne İzmir’de ne İstanbul’da maç var. Vahap Abi, “Burada yok ama Bursa’da özel bir turnuva var,” demiş. Arkadaşı, “Hadi gidelim,” deyince onlar da Bursa’ya gelmişler. O turnuvada Fenerbahçe’yi 2-0, Gençlerbirliği’ni 1-0, Acar’ı 2-1 yendik, kupayı aldık. Fransız misafir, “KSK’daki 4 numaralı oyuncuyu Fransa’ya götürebilirim,” demiş. Maçlar bitince Vahap Abi otele geldi, Çelik Palas’ta kalıyorduk. “Bak,” Lemi dedi, “bu Fransız arkadaşım eski futbolcu, şimdi idareci ve teknik komitede görevli. Seni beğenmiş, Fransa’ya götürmek istiyor. Gider misin?” “İmtihanım var abi, daha okulu bitiremedim,” diye cevap verdim. Zannederim fuar zamanıydı. “O zaten on gün kadar kalacak, hemen bırakmam onu,” dedi.


1949'da bir KSK-Altınordu maçından önce takım kaptanları
Lemi Yerli ve Sait Altınordu seremonide.
Dönünce anneme ve ağabeyime söyledim durumu. Ağabeyim, “Geç imtihanını, mezun ol, ondan sonra gidebilirsin, güzel bir teklif,” dedi. Neyse imtihana girdik, geçtik. Bir gün Karşıyaka sahasında antrenmana geldiler, seyrettiler. Sonra Sami Bey’in pastanesi vardı, İstanbul’un Hacı Bekir’i gibi meşhur bir pastaneydi; orada oturup konuştuk. Vahap Abi, “Sana bilet yollayacaklar,” dedi. O zaman uçak yaygın değil, vapurla yolculuk yapılıyor. Sene 1951 sonu. “Marsilya’da karşılayacaklar, iki maç deneyecekler, Fransız takımları denemeden katiyetle oyuncu almazlar,” dedi. “Beğenirlerse kalırsın, olmazsa da sakın dönme, gitmişken bir ay kadar kal, Paris’i, Avrupa’yı tanı. Madem ekonomi mezunusun, Sorbonne üniversitesinde kısa kurslar var, bir aylık, altı aylık; onlardan istifade et, Fransa hükümeti yemek de veriyor,” dedi.

Sonunda vapurla yola çıktım. Marsilya’da karşıladılar beni. İlk defa orada hızlı trene bindim. Paris’te Oral Üçer diye Karşıyakalı bir arkadaşım vardı, dişçilik tahsili yapıyordu. Annesinden adresi almış, gitmeden yazmıştım. Bende o zaman lisan yoktu. Sağ olsun beni karşıladı, bir otele yerleştirdi. Doğru Mösyö Dölenay’a gittik, kulüp başkanı ve Avrupa kupalarını organize eden kişi olarak o zaman dünyanın en meşhur futbol adamlarındandı. Bizi menajere gönderdi. Kulüp binasına gittik. Oral ona, “Lemi Türkiye’de çok iyi futbolcudur,” deyince adam, “Yarın sahada göreceğiz,” diye karşılık verdi.


Birinci maçı Paris’te oynadık. İkinci maç için Lille’e gittik. Oyundan çıkarken antrenör omzuma vurdu, “Bak seni alkışlıyorlar, git selam ver,” dedi. Anladım ki iyi oynamışım. Döndük Paris’e. O zaman Fransa’da futbolcular için stajyer profesyonel, profesyonel, enternasyonal, nasyonal diye kademeler vardı devlet memurları gibi. Stajyer profesyonel olarak başladım. Altı ay sonra profesyonel oluyordu oyuncular. Bana ayda 60bin frank alacaksın dediler – eski Frankla. Racing’in stadı Colombe Paris’in dışındaydı. Bekâr oyuncular için odalar yapmışlar, içinde tuvaleti, banyosu vardı. Her sabah idman yapılırdı ve öğlene kadar sürerdi. Öğleden sonra taktik dersi, o bitti mi benim canım sıkılıyordu. Sanki işçi, memur semti gibiydi. Herkes çalışıyor, sokaklarda kimse yok. Kahveler akşam altıdan sonra açılıyor. Elime geçen para iyi, arkadaşıma Paris’te bir pansiyon bulalım dedim. Oral’ın kaldığı pansiyon güzeldi ama sahipleri sadece talebelere oda veriyormuş. O sırada Vahap’ın dedikleri aklıma geldi. İzmir’deki okula mektup gönderdim, oradan bir çıkış yazısı gönderdiler. Böylece Sorbonne’a kayıt yaptırdım ve böylece o pansiyona yerleştim. Paris’te üç sene kaldım, 1954 sonunda döndüm.


- Racing nasıl bir kulüptü?

- Racing İngiltere’nin Arsenal kulübü gibiydi, çok güçlüydü. Fakat o zaman Fransa’da en güçlü kulüp Reims takımıydı. Meşhur Kopa, Fontaine orada oynuyordu. Avrupa’da bile çok güçlüydü. Bizim derecemiz üçüncülük ila beşincilik arasındaydı.


- Sizden başka yabancı oyuncu var mıydı?

- O zaman üç yabancı oynayabiliyordu. Bizim takımda Brezilyalı Amalfi vardı. Sonra o gitti, Arjantinli Galiçyo geldi. Ben vardım, bir de Soso diye başka bir Arjantinli vardı. Fransız oyuncuların yedi tanesi milliydi.

- Lefter’le karşılaştınız mı?

- Bir gün antrenmandan eve dönmüştüm. Acele postayla bir mektup gelmiş. Büyükelçi Menemencioğlu ertesi gün öğle yemeğine davet etmiş sefarethaneye. Lefter o zaman Nice’te oynuyordu, onu da davet etmiş. Fakat kulüp, çok önemli bir maç için yurt dışına gideceklerini belirtip affını dilemiş. Lefter’le Parc de Prince’de karşı karşıya oynadık. O gün Nice’i 2-1yendik. “Ah vre Lemi, yaktınız bizi,” diyordu Lefter. Nice’in golünü o atmıştı. Çok büyük futbolcuydu.

- Başka Türk oyuncularla karşılaştınız mı?

- Şükrü Gülesin ve Bülent Eken geldi Paris’e. Onlar kulüp aradılar. Paris’e gelen beni bulurdu. Gazeteci ve Beşiktaşlı idareci Orhan Vedat Sevinçli, Paris’e gidenlere benim adresimi verirdi. Bir gün maçtan geldik, pansiyonun sahibi Madam¸ “Mösyö Yerli, telefon var,” dedi. Açtım, gür bir ses, “Lemiii.” Sen kimsin diye sordum. “Ben Beşiktaşlı Şükrü. Şükrü’yüm bee, Şükrü’yüm ulan. Aman gel, Gar de Lyon’da bekliyorum,” dedi. Kaldığım yere yakındı gar. İtalyan menajeriyle gelmiş. Lille’e yakın bir yerin takımı vardı, onlar deneyecekmiş. Menajer yardımcı olmamı istedi.  Kulüptekiler bana karşı çok iyiydi. İbrahim İskeçe gelmişti mesela Paris’e. Kulüp müdürü tesislerde bir gün misafir etti. Efendi insanlardı, çok memnundum orada olmaktan. Şükrü’yle gitmek için izin aldım. Trene binip gittik. Belçika’da maç bağlamışlar. Şükrü oynadı, hatta gol de attı ama İtalya’da epey kilo almış. O zaman Fransız takımları sahaya çıkınca ısınmak için daire olurdu. Kaleci ortaya geçer, oyuncular da ona şut çekerdi. Bizimki bir şut attı, kalecinin parmağı çıktı. Yedek kaleci de yoktu. Mecburiyetten antrenör soyunup oynadı. Bunun da rolü oldu, “Düşünelim haber veririz,” dediler.


Söz Türk ziyaretçilerden açılmışken Lemi Bey bir gazete kupürünü gösteriyor. İtalya anılarını İzmirli gazeteci Beliğ Beler’e anlatan Bülent Eken Fransa’da ziyaret ettiği Lemi için şunları söylemiş: “Fransa’da spor işleriyle alakalı kimle konuşsam hepsi Lemi’nin oyunundan sitayişle bahsetmektedirler. O kadar ki onu tanımayan kimse yok. Herkes Türk futbolcusu Lemi enerjik ve efendi, çok müthiş bir futbolcu diyorlar. Bilhassa bulunduğu köyde gerek futboluyla gerekse ahlakı ile son derece temayüz etmiş ve sevilmiştir. Bu durumla bir Türk olarak sevinmemek, iftihar etmemek elden gelmiyor. Lemi Fransa’da Türk futbolu için her bakımdan müsbet bir propaganda vasıtası olmuştur. Yabancı memlekette ün salmış bu kıymetli futbolcu ile ne kadar gururlansak yeridir.”

- Fransa’da ne kadar kaldınız?

- Yaklaşık üç yıl kaldım. 1954’te Fransa’dan döndüm. Fransa’ya gitmeden on beş gün önce nişanlanmıştım. Eşimin ailesinin futbolcuya karşı antipatisi vardı, önce razı olmamışlar. Sonra bir şekilde Fransa’ya gideceğimi duymuşlar. Annesi haber yollamış gelsinler diye. Böylece gitmeden nişanlandık ve üç sene boyunca nişanlı kaldım. Erken dönmemin sebeplerinden biri budur, yoksa kulüpten kalmamı istiyorlardı. Çiftçi bir ailenin torunlarıyız. Babamdan arazi kalmıştı. O işin başına geçme zamanı da gelmişti.

- Fransa’da iyi para kazanabildiniz mi?

- Tabii, aldığım parayı biriktirdim. Geldiğim zaman çiftlik için de kullandım.

- Çiftlik neredeydi?


- Bugünkü İzmir Kuş Cennetinin olduğu yerdeydi. Devlet orayı istimlâk etti. Otuz sene çiftçilik yaptım. Çok yatırım yaptım, harika bir çiftlik oldu. Fransa’dakileri örnek almıştım. Nihat Erim’in başbakanlığı sırasında istimlâk edildi. Beş sene önce değerini beyan etmiştik. O değer üzerinden parayı bankaya yatırıp bize çıkın dediler.


- Fransa’dan döner dönmez mi başladınız çiftçiliğe?

- Dönünce hemen yedek subaylık başvurusu yaptım. Askere gidene kadar üç ay KSK’da oynadım. O arada evlendim. Bahriyeli olmak istiyordum ama kısmet olmadı. Polatlı’da Topçu okuluna gittim. Bir gün akşam kapı çalındı. Bölük kumandanı gelmişti. “Teğmen, çabuk giyin, aşağı gel,” dedi. Lüks bir araba gelmiş kapıda bekliyor. İçinde iki yüksek rütbeli subay, “Bin” dediler. Ankara’ya gittik, Genelkurmay binasına girdik. Neye gittiğimizi hâlâ bilmiyorum. Genelkurmay Başkanının yanındaki odaya girdik, “İşte bu efendim,” dediler. Karşımda oturan subay sertçe, “Ulan niye söylemedin Fransa’da futbol oynadığını, üç gündür ne kadar yedek subay okulu varsa hepsini arıyoruz,” dedi. Fransız ordu milli takımı Ankara’ya maç yapmaya gelmiş. Kafiledeki kaleci Maşe benim Racing’ten arkadaşımdı. Benim topçu subayı olduğumu öğrenmiş ve beni görmek istediğini söylemiş yetkililere. Futbolcu olduğum ortaya çıkınca palas pandıras ordu milli takımı kampına gönderdiler, antrenörümüz de Vahap Özaltay. O maçta son dakikada dizimden çok ciddi sakatlandım ve futbolu bırakmak zorunda kaldım. Bıraktığımda yirmi sekiz yaşındaydım. O zamanlar bu yaş bırakmak için normal sayılıyordu, esasında en olgun çağdaydım.


- Federasyona nasıl girdiniz?

- İbrahim İskeçe arkadaşımdı. O Fenerbahçe’de ben Karşıyaka’da karşılıklı milli küme maçlarında oynardık. Bir gün Paris’e gelmişti. Orada bana futbolu bıraktıktan sonra federasyon başkanlığı yapmak istediğini söylemişti. 1980 senesinde bir gün İzmir’e geldi, federasyon başkanı olacağını, beni de yönetime alacağını söyledi. Nitekim başkan oldu, ben de İzmir temsilcisi olarak federasyona girdim. O sene KSK 3. Ligden mahalli kümeye düştü. O zamanlar 2. Lig ve 3. Ligde hemen her maçta kavga çıkıyordu. O ilin veya ilçenin yöneticilerinin hakemi yanlarına çağırıp raporu burada yaz dediği şeklinde bize haberler geliyordu. Bunun üzerine İskeçe’ye, Fransa’da iki küme olduğunu söyleyip 3. Ligi kaldırmayı önerdim. Onun da aklına yattı. O bir taslak yapmış, fakat KSK amatör kümeye düşünce o listeye katmamış. Listeyi bana toplantıdan önce göstermişti. İzmir’den Süleyman Özçalışkan, İstanbul’dan Ertuğrul Dilek, Ankara’dan İlhan Cavcav gibi isimler de federasyon üyesiydi. Süleyman’a ve Ertuğrul’a durumu açıkladım. Fransa’da profesyonel takımların bazı vasıfları olması şarttır. Bir kere tarihi olacak, sahası olacak, seyircisi olacak; bunun gibi altı yedi kriter olmadan profesyonel olamıyor takımlar. Ankara’da Stad Otelinde oturduk, alternatif liste yaptık. Toplantı başlayınca İbrahim İskeçe 3. Ligin kaldırılmasını önerdi. Herkes kabul etti, bunun üzerine hazırladığı listeyi gösterdi. Süleyman “İki listeyi oylarsak daha demokratik olur,” dedi. İskeçe herkesin görüşünü sordu, baktı ki alternatif listeyi destekleyenler çoğunlukta, birden gerginleşti. Toplantıyı ileri bir tarihe ertelemeyi önerdi. O zaman spor bakanı İzmir milletvekili Talat Asal’dı. Bazı arkadaşlarla birlikte onunla görüştük. Zaten Karşıyaka camiasından da sürekli telefonlar alıyormuş. Akın Barhan’ın önerisiyle o akşam Büyük Ankara Otelinde federasyon üyelerine bir yemek verdi bakan. İskeçe yemekte yanında oturuyordu. Talat Asal, “Karşıyaka’yı niye almak istemiyorsun listeye?” diye sorunca İskeçe bir şeyler söyleyip itiraz etmeye çalıştı. Bunun üzerine, “Tamam, istifanı kabul ettim,” dedi. Ardından Mazhar Zorlu federasyon başkanı oldu ve hazırladığımız listeyi kabul etti. Böylece Karşıyaka amatör ligde oynamaya hazırlanırken otomatikman 2. Lige yükseldi.


Karşıyakalı sivil toplum kuruluşlarının verdiği 2012 'Yılın Karşıyakalısı'
ödüllerinde, vefa ödülü Lemi Yerli'ye verildi.

Lemi Yerli Karşıyaka kulübüne hizmetlerini federasyon üyeliği sona erdikten sonra da kesmemiş. Halihazırda Çarşı kilise sokağında yaşamını sürdürüyor..

KAYNAK : http://dinyakoskrampon.blogspot.com.tr/


1 Şubat 2015 Pazar

Takım tutmak herhangi bir spordan hoşlanan bir bireyin herhangi bir takıma sempati duyması ve başarısını istemesi durumudur. Özellikle toplumumuzda çoğu aileler çocuklarına daha doğmadan aşılarlar bu sevgiyi.

Anneler, babalar kendi takımlarını tutması için çeşitli aktiviteler yapa dursun, takım tutmak küçük yaşlarda bir anlık psikoloji ile de oluşabilir yada uzun süreç alan gidip gelmeler sonucu bir tarafta kalınarak da olabilir. Kişinin doğum yeri, büyüdüğü çevre ve arkadaş ortamı dahil, her etkileşimin sonucu karar verdiği süreçtir. Taraftarı olduğu takımı seçmek bu sürecin sonucudur.

Özellikle içlerinde kendi yaşadığı semtin takımını tutan Yeşil-Kırmızı Sevdalıları işte bizim haberimiz.

Rengin ayrımı olmaz onlar için. Mavi nedir? Yanına yeşil gelince ne anlam ifade eder, tuttuğum takımın rengi sarı laciverttir diye düşünen yoktur o sevimli yüreklerde. 

Hani Yeşil-Kırmızı Sevdalılar vardır masum gözlerle etrafına bakan. 

Onlar Karşılıksız Sevenlerin Çocukları, Onlar KafSinKaf Aşıkları olan..