Bugünlerde Atamız hakkında yersiz bazı söylemler dikkatimiz çekiyor.
Sizlerle yapılan bazı araştırmaları paylaşıyoruz..
Atatürk’ün
nasıl "gerçek bir dindar" olduğunu bu makalenin sınırları içinde
bütün boyutlarıyla özetlemek neredeyse imkânsızdır. Ancak yine de birkaç başlık
altında onun kendine özgü dindarlığını şöyle özetlemek mümkündür:
Atatürk, daha 7 yaşında annesi
Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetmiştir. 8
Yaşında Kuran’ın tamamını ezbere okuyabilmektedir. (Atatürk bu gerçeği 1927
yılında Ankara'da ABD Büyükeçlisine açıklamıştır.) Atatürk, daha çocukluk
yıllarında Selanik’te Mevlevi-Bektaşi tekkelerine giderek ayinlere
katılmıştır. (F. Rıfkı Atay"Çankaya"da
bu konuda bilgi vermektedir). Atatürk, Çanakkale Savaşı yıllarında yakın
dostlarına, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda Allah’a olan
inancını dile getirmiş ve “Allah’ın inayeti sayesinde” bu
savaşı kazanacaklarını belirtmiştir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı
yıllarında camilere, cem evlerine gitmiş, cuma namazlarını kılmış, cami
minberine çıkıp “Allah birdir, şanı büyüktür” diye başlayan Hz.
Peygamber’den övgüyle söz eden bir hutbe vermiş, TBMM’yi tekbir ve
dualarla açtırmıştır. I. TBMM’de girişte hep bir hafıza Kuran
okutmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde Topkapı Sarayı’nda
Kuran okutma geleneğinisürdürmüştür. Atatürk, özel hayatında fırsat buldukça Kuran
okumuş veya Kuran okutup dinlemiştir. Özellikle özel hafızı Hafız
Yaşar Okur’a Kuran okutmuştur.Atatürk zaman zaman da manevi kızlarından
Nebile’ye ezan ve Kuran okutup dinlemiştir. Atatürk’ün en yakın
arkadaşı Fevzi Paşa ve annesi Zübeyde Hanım beş vakit
namazlarını kılan, İsmet Paşa ise elinden geldiğince ibadetlerini
aksatmayan insanlardır. Atatürk çevresinde namazlarını kılan ibadetlerini
yapan herkese çok saygılı davranmıştır. Atatürk Kurtuluş Savaşı
sırasında tuttuğu özel notları arasında zaman zaman “Hafızı çağırıp Kuran okuttuğunu” yazmıştır. Yine özel notları arasında “TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR” notu göze çarpmaktadır.
Atatürk, cumhuriyeti ilan ettikten sonra 1932 ramazan ayında dönemin
tanınmış hafızlarını köşke/saraya çağırarak onlara Kuran okutup dinlemiştir. Makamla
Kuran okunmasına büyük önem veren Atatürk, hafızların makam hatası
yapmamalarına ve ayetleri tane tane okumalarına büyük önem vermiştir.
Atatürk, 1930’larda Çanakkale Şehitleri için her yıl Çanakkale Mehmet
Çavuş abidesi önünde mevlit okutmuştur. Aynı şekilde her yıl annesi
Zübeyde Hanım’a da mevlit okutmuştur. Atatürk döneminde okullarda din
eğitimi devam etmiştir. Köy ilkokullarında din derslerinde “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı kitap
okutulmuştur. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar tarafından
yakılıp yıkılan yüzlerce camiyi onarttırmış ve yeniden
yaptırmıştır. Hatta Eskişehir Mihalıççık camisini cebinden 5000 lira verip
yeniden yaptırmıştır. Ayrıca Atatürk’ün yurt dışında Paris ve Tokyo
camilerinin yapımına katkıda bulunduğuna ilişkin kanıtlar vardır.
Atatürk, İslam dünyasıyla da yakından ilgilenmiştir. Kurtuluş Savaşı
sırasında İslam dünyasının desteğini yanına alan Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan
sonra da İran-Irak ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Sadabat Paktı’nı
kurarak, Hıristiyan haçlı saldırılarına karşı Müslüman ülkelerle birlikte
hareket etmiştir. Atatürk, Müslüman ülkelerin liderleriyle de çok iyi ilişkiler
geliştirmiştir. Örneğin Afgan Kralı Amanaullah Han ve İran şahı
Rıza Pehlevi ile kişisel dostluk kurmuştur. Atatürk, 1937 yılında
Filistin’e yönelik bir Siyonist- Haçlı Hıristiyan saldırısı olacağını haber
alır almaz “Filistin’e el sürülmez” diye bir bildiri
yayınlayarak Müslüman Filistinlilerin yanında olduğunu herkese göstermiştir.
Tarihe çok meraklı olan Atatürk en çok Hz.
Muhammet’ten etkilenmiştir. Onun savaşlarını bütün detaylarıyla öğrenmiş,
liselerde okutulan Tarih kitaplarında İslam tarihi bölümünün yazımına bizzat
katkıda bulunarak bu kitaplarda Hz. Muhammed’in savaşlarını anlatan
haritaları bizzat kendisi çizmiştir. Tarih çalışmaları sırasında Hz.
Muhammet’i eleştirmeye kalkanları, “Hz. Muhammet’in kıymetinden habersiz cahil
serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar” diye
azarlamıştır. Hz. Muhammet’ten, “Benim senin adın silinir ama o ölümsüzdür” diye
söz etmiştir. Atatürk, 1922 Sakarya Savaşı’ndan 1934 Soyadı Kanunu’na kadar ad
olarak İslami içerikli “Gazi” unvanını kullanmıştır.
Soyadı Kanunu’ndan sonra da zaman zaman “Gazi” unvanını kullanmaya devam etmiştir.
Dâhinin Felsefi Kodları, Bilimsel Kafa Yapısı ve Din
"O SÜREKLİ DEĞİŞMEYİ
ARZULAYAN BİR BİREY"
Atatürk, çağını aşmış bir "savaş ustası", gelmiş
geçmiş en büyük örgütçülerden biri ve Asya'nın en büyük devrimcisidir. O
tartışmasız bir"dahidir".
(Prof.İlber Ortaylı'da son kitabı "Cumhuriyetin İlk Yüz Yılı"nda uzun uzun bu
gerçeğin altını çizmiştir.) Bu kadar "üstün yeteneklere" sahip bir insanı, bir
"dahiyi" anlamak doğrusu çok da kolay değildir. Hele hele
"okumanın" sadece "boş zaman" etkinliği
olarak kabul edildiği, "felsefe" dersinin "önemsiz" görülerek
müfredattan kaldırıldığı, kitabi ve akıl süzgecinden geçirilmiş bilgininin
yerine "kulaktan dolma"nakilciliğin egemen olduğu
bir toplumda, Atatürk gibi çağını aşmış bir"dehayı" anlamak,
özellikle de onun "felsefi derinliğini" çözmek çok zordur. Buna, bir de
değişik kaygılarla bu dehanın "çarpıtılması" da eklenince, Atatürk'ün
"insana”, "evrene", "doğaya" ve "tanrı"ya bakışını tam olarak ortaya
koyabilmek neredeyse imkansızlaşmıştır.
Atatürk üzerine yaklaşık olarak 15 yıldır kafa yoran ve
Atatürk'ü doğumundan ölümüne kadar inceleyen biri olarak şunu söyleyebilirim
ki: Atatürk sürekli genişleyen evren misali sürekli gelişen ve olgunlaşan
bir düşünce dünyasına sahiptir. Bir taraftan ömrünü adadığı toplumunu
kurtarmaya çabalarken, diğer taraftan içinde yaşadığı "evreni"
anlamaya çalışmıştır. Atatürk’ün felsefeden, tarihe, dinden, dile, matematikten
kuramsal fiziğe kadar pek çok farklı alanda5000 civarında kitap okumasının
altında "bilimsel zeka" ve "bilim insanlarına has bir"merak" ve "sorgulama dürtüsü" vardır. Atatürk'ün "göz
kamaştıran başarılarının" anahtarını da burada aramak gerekir.
Yarı bağımlı, az gelişmiş bir imparatorluğun "sürekli değişimi arzulayan bir bireyi" olarak yetişen Atatürk, aile kucağında
ve çevrede aldığı geleneksel dinsel eğitimden sonra (Zübeyde Hanım etkisiyle),
eğitim hayatında, özellikle İstanbul Harp Okulu ve Harp Akademisi yıllarında
dünyayı etkilemeye başlayan Pozitivizm, Materyalizm, Darvinizm, Sosyalizm
üzerine kafa yormaya başlamış ve nitekim 1905'de not defterlerinden birine "Evvela Sosyalist olmalı maddeyi anlamalı" diye bir not düşmüştür. Atatürk'ün
sonraki yıllarda karşımıza çıkacak olan "Akıl ve bilim" vurgusunun kökleri bu
dönemlere gider. J. Jack Rousseau'dan, Montesquieu'ya, Namık Kemal'den Abdullah
Cevdet'e birçok yerli ve yabancı aydının görüşleriyle bu dönemde
tanışmıştır.
Atatürk bir taraftan pozitivizm ve materyalizm üzerine
kafa yorarken diğer taraftan da "din üzerine" okumaya ve düşünmeye devam
etmiştir. Okuduğu kitaplar arasında bütün tek tanrılı dinlerin kutsal
kitaplarıyla birlikte özellikle İslam dini konusunda başta Kuran olmak üzere "yüzlerce kitap" vardır. Onun sıradan insanlardan
farkı, atadan, deden gelen her bilgiyi çağının gelişmelerine paralel olarak
yeniden değerlendirmesi ve sorgulamasıdır. Dolayısıyla mensup olduğu İslam dini
de dahil, din ve tanrı kavramlarını bile yaşamı boyunca ciddi biçimde
sorgulamıştır. Atatürk'ün, din ve inanç konusundaki görüşlerini anlamak için bu "sorgulamalara" da
göz atmak gerekir.
O'NU DİĞER LİDERLERDEN AYIRAN
FARKI "DİN"
Atatürk'ün, Lenin, Stalin, Napolyon, İskender gibi
liderlerden ve devrimcilerden farkı "din üzerine" de ciddi bir biçimde, entelektüel
düzeyde kafa yormuş olması ve dini yok etmek için değil, gerektiğinde
sorgulayarak anlaşılması, anlaşılarak anlatılması için uğraşmasıdır.
Atatürk, özellikle Çanakkale Savaşı yıllarında, savaş
meydanlarında karşılaştığı manzaralardan dolayı olsa gerek, din ve tanrı
kavramı üzerindedüşünmüştür. Atatürk'ün Çanakkale Savaşı’ndan yakın dostlarına
yazdığı mektupların satır aralarındaki "Allah büyüktür", "Allah
dilerse olur", "Allah’ın
inayetine sağınarak çalışıyorum" gibi dinsel ifadeler ve Çanakkale
anıları arasında bize aktardığı “Bombasırtı vakası”, onun 1915
yılında Çanakkale'de din ve Tanrı kavramını "içselleştirdiğini" kanıtlamaktadır. O günlerde
askerlerinin inancıyla gurur duyan Atatürk, o günlerde bile "akılcı
düşünceyi" bir
kenara bırakmamıştır.
Türk insanının "inancını" çok iyi bilen Atatürk, Kurtuluş Savaşı
yıllarında bilerek ve inanarak bir "dinsel meşruiyet
politikasına" başvurmuştur. Müslüman Anadolu insanını, Hıristiyan
işgalciye karşı en iyi birleştirecek şeyin İslam dini olduğunu görerek,
Kurtuluş Savaşı'nın başından sonuna kadar İslam dininden övgüyle söz etmiştir.
Bu sırada Meclisi dualarla açtırmış, bazen camiye, bazen cem evine gitmiş,
bütün yazışmalarında dinsel bir üslup kullanmıştır. Atatürk, bunu yaparken
aslında Kuran'daki "cihat" kavramından yararlanmıştır. O günlere ait "Hafıza kuran okuttum", "Hafız Kuran okudu", "TANRI BİRDİR VE
BÜYÜKTÜR" biçimindeki kendi el yazısıyla tuttuğu özel
notlarından kendisinin de samimi olarak Tanrı'ya
yöneldiği anlaşılmaktadır.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında, devrimler sürecinde "dinsel söylemlerden" neredeyse tamamen
vazgeçmiştir. Büyük bir "taktisyen"olan
Atatürk'ün 1923 sonrasında olumlu anlamda dinsel söylemlerini önce
azaltmasının, sonra din eleştirileri yapmasının ve son olarak da dinsel
söylemlerden tamamen vazgeçmesinin nedeni yine "stratejiktir": Şöyle ki: Atatürk, nasıl ki
Kurtuluş Savaşı yıllarında dinin, Müslüman toplumu bir araya getireceğine
inanarak olumlu anlamda "dinsel söylem" kulandıysa, dinden "övgüyle" söz
ettiyse, devrimler sürecinde de "akıl ve bilimi"esas alan "laik" bir
devlet kurma sürecinde dinsel söylemlerden o kadar uzak durmuş, hatta zaman
zaman sarsıcı "din eleştirileri" yapmıştır. (Örneğin,VATANDAŞ
İÇİN MEDENİ BİLGİLER ve TARİH II kitapları.) Tanrısal kaynaklı monarşik
Osmanlı'nın yerine kurduğu laik Türkiye Cumhuriyet’in lideri olarak Atatürk’ün,
Cumhuriyet’in ilanından sonra da "dinsel söylem" kullanmaya devam etmesi onu, hep
eleştirdiği“dinden meşruiyet alan” Osmanlı padişahları durumuna koyardı
ki, hiç kuşkusuz bu durum büyük bir tutarsızlık olurdu.
ATATÜRK'ÜN İSLAM DİNİNE
HİZMETLERİ
Atatürk, 1923-1938 arasında Dinde Öze Dönüş
Projesi kapsamında çok önemli çalışmalar yapmış, bir anlamda 13. yüzyılda
ardına kadar kapanan“içtihat kapısını” biraz olsun aralamayı
başarmıştır. Her şeyden önce İslam dininin “akla, mantığa uygun bir din” olduğu gerçeğini
hatırlatmıştır. Din ile hurafeyi birinden ayırmak için mücadele
etmiştir.
Özetlemek gerekirse Atatürk:
Haçlı Hıristiyan emperyalizmine karşı İslamın “cihat” ilkesini
hayata geçirerek verdiği Kurtuluş Savaşı sonunda hem Müslüman Türk
insanının namusunu, canını, malını, vatanını kurtarmış, hem de camilerinde
ezanların susmasını engellemiştir. Din işlerini yürütmek ve din
istismarcılarının dini kullanarak halk üzerinde baskı kurmalarını engellemek
için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. İslam dinini“Türk’ün milli dini” olarak görmüş, Hz. Muhammed’i
sahiplenmiş ve bu konuları da içeren Dinde Öze Dönüş
Projesi’ni geliştirmiştir.Türk tarihinde İslam dini konusunda entelektüel
düzeyde ciddi ciddi bizzat çalışan tek devlet adamı Atatürk’tür. İslam dininin
ana kaynağı Kuran-ı Kerim’i bu konunun uzmanlarına Türkçeye
tercüme ve tefsir ettirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır tefsir ve tercümesi.
Binlerce bastırılarak ücretsiz dağıtılmıştır.
En güvenilir hadis kaynaklarından
biri olan Buhari Hadislerini Türkçeye tercüme ettirmiştir. Kamil Miras
tercümesi.Binlerce bastırılıp ücretsiz dağıtılmıştır.
Müslüman Türk halkının
anlayarak, hissederek Tanrı’ya daha kalbi bir şekilde ve aracılara ihtiyaç
duymadan yönelebilmesi için camilerde Türkçe Kuran, Türkçe hutbe ve Türkçe
ezan okutmuştur. Bu iş için 1932 yılında İstanbul'un 9 hafızını özel olarak
hazırlamıştır. Onlaraca camilerde önce Kuran'ın Arapçasını sonra Türkçesini
nasıl okuyacaklarını bizzat göstermiştir. Eline Kuran'ı alıp tane tane Kuran'ın
nasıl okunması gerektiğini göstermiştir hafızlara.
İslam dininin akla ve bilime aykırı hiçbir şey içermediği
gerçeğinden hareket ederek yeni Türk devletinin temeline “aklı” ve “bilimi”yerleştirmiştir. Din-bilim çelişkisi
içinde savrulup gitmemiş, saf/öz İslam dininin akla ve bilime engel olmadığını
düşünerek Müslüman Türkiye’nin aynı zamanda çağdaş bir Türkiye olabileceği
formülünden hareket etmiştir. Atatürk, "Türk milleti daha dindar olmalıdır, yalnız bütün sadeliği
ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle
inanıyorum. Şuura muhalif terakkiye aykırı hiçbirşey içermiyor", "İslam dini akla ve mantığa tamamen uygun bir dindir."gibi
açıklamalarıyla din, bilim arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. İslam dininin
gereği zannedilen, ancak aslında İslam diniyle hiçbir ilgisi olmayan ya da
zaman içinde ilgisini kaybetmiş olan saltanat, halifelik, medreseler,
tekke ve zaviyeler, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, fes gibi kurum,
kavram ve objeleri kaldırmıştır. Cumhuriyeti ilan ederek yüzyıllar
önce Emevi halifesi Muaviye’nin saltanata dönüştürdüğü devlet
başkanlığını yüzyıllar sonra yeniden aslına, özüne,
meşveret/danışma/halkın seçimi biçimine dönüştürmüştür. Laiklik
ilkesiyle bir taraftan din ve devlet işlerini birbirinden ayırırken diğer
taraftan din istismarını önlemiş ve din özgürlüğünü garanti altına
almıştır. Yüzyıllar boyunca sözüm ona “dini nedenlerle” erkeklere göre birçok konuda geri
bırakılmış, sınırlandırılmış, baskılanmış, hatta insanlık onuru ayaklar altına
alınmış kadına, “analık vasfına” yakışır bir şekilde kadınlık ve
insanlık onurunu yeniden kazandırmıştır. Atatürk’ün, Müslüman Türk
kadınına verdiği medeni, sosyal, kültürel ve siyasal haklar her bakımdan İslam
dininin ruhuna uygundur. Kazandığı Kurtuluş Savaşı ile emperyalizmin ayakları altında
ezilen bütün bir İslam dünyasına “bağımsızlık” modeli oluşturmuş, Cumhuriyet
döneminde ise İslam dünyasıyla çok iyi ilişkiler kurup, İtalya, Almanya ve
Rusya gibi ülkelerin yayılmacı emellerine karşı Türkiye, Afganistan, İran
ve Irak arasında Sadabat Paktı’nı kurmuştur.
Atatürk döneminde ezanlar okunmaya devam etmiş, camiler açık
olmuş, ibadet yasaklanmamış, Kuran ilk kez anlaşılarak okunmuş, din adamlarının
Allah ile kul arasına girmemesi, yani ruhban sınıfının oluşması –ki zaten İslam
da ruhban sınıfı yoktur- engellenmiştir. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği
gibi, “…Cumhuriyet inancı ve ibadeti serbest bırakmıştı. Namaz kıldığı
için tek bir kişi suçlanmadı. Camiye gitmek kimseye suç sayılamadı. Camiler
daima çık kaldı. Din ve itikat, zaten dinin kabul ettiği gibi Allah’la kul
arasında bir iç bağlantı olarak kaldı.”
"DİNİ TÜRKÇELEŞTİRMEK İSLAMIN
ÖZÜNE AYKIRI DEĞİLDİR"
Atatürk’ün din dilini
Türkçeleştirmesi, ezanı Türkçe okutması, halifeliği kaldırması, laiklik ilkesi,
Arap harflerini kaldırması, tekke ve zaviyeleri kapatması ve kılık kıyafet
devrimi gibi devrimlerinden hiçbiri İslamın özüne aykırı uygulamalar
değildir. Hiç kimse şapka takmadığı için idam edilmemiş, İstiklal
Mahkemeleri dini gerekçelerle tek bir din adamını bile idama mahküm etmemiştir.
İdam edilenler ya vatan hainliğinden ya da devrimlere karşı halkı
kışkırttığından dolayı idam edilmiştir. Kadınların kılık kıyafeti konusunda da
hiçbir devrim kanunu çıkarılmamıştır. Bu tür iddialar, Atatürk ve Cumhuriyet
düşmanlarınca uydurulmuş yalanlar, safsatalardır.
Gerçek şu ki, Atatürk
kişisel olarak, inansın, inanmasın, az ya da çok inansın aslında hiçbir önemi
yoktur, çünkü O önce Kurtuluş Savaşı’yla sonra Türk Devrimi’yle Müslüman
Türk insanını iki kere kurtarmıştır. Bu nedenle bugün Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içinde yaşayan her Müslümanın Atatürk’e çok büyük bir minnet borcu
vardır